murat yanki
@Pudra özel haberidir, izinsiz kullanılamaz.

Keyifli Trakya gezisi: Lüleburgaz

İstanbul ve Roma'yı birbirlerine bağlayan, tarihi meydanları ve lezzetli yemekleriyle her geçen gün daha fazla ziyaretçi ağırlayan Lüleburgaz ve köftesiyle ünlü Eceabat'ı Murat Yankı Pudra.com okuyucuları için anlattı.

Geçen yazılarımızda komşu Yunanistan’ın bize yakın bölgelerinde dolaştık, Dedeağaç’tan ipek kenti Soufli’ye, oradan da Türkiye’ye döndük. Ne yalan söyleyeyim, aklım oralarda kaldı. Geçtiğimiz hafta sonu da oraların niyetine yine İstanbul’dan Trakya’ya yola çıktık, ancak bu kez komşuya gitmek için değil, Trakya’nın biraz da bizim taraflarının keyfine varmak için.

Keyifli Trakya gezisi: Lüleburgaz

Şu meşhur TEM yolu inşa edilmeden önce yollar Trakya’da kentlerden kasabalardan geçerdi, ticari bir canlanma olurdu. Şimdi ise bir dönemlerin yol üstü kentleri otoyolun gölgesinde, bir dönemlerin canlılığını arar durumda ama daha sakin ve huzurlu bir yaşam sürmekteler.

İstanbul ve Roma arasındaki köprü: Lüleburgaz


Trakya yolculuğumuzun ilk durağı Lüleburgaz oluyor. Lüleburgaz tarihte ilk kez karşımıza Arcadiapolis olarak çıkıyor. Daha önceki yazılarda biraz etimoloji yaptık, hatırlarsınız; polis, kent demek. Arcadiapolis de bu anlamda Arcadia kenti anlamına geliyor. İsmin hikayesi MS. 4. yüzyıl sonlarına uzanıyor.

Lise tarih derslerinden herkesin malumu olduğu üzere 395 yılında, 1. Teodosius diye anılan Roma İmparatoru, imparatorluğu kesin olarak ikiye bölme ve onu iki oğlu arasında paylaştırma kararı alıyor. Buna göre iki oğuldan biri Honorius Batı’nın hükümdarı, kardeşi Arcadius da Doğu’nun imparatoru oluyor. Böylece atası Hadrianus’un üç yüz yıl önce günümüzde Edirne’ye dönüşen, o zamanlar Hadrianopolis diye adlandırılan kentin ardından ikinci imparatorluk kenti kurulmuş oluyor.

Arcadiapolis, yani Lüleburgaz, tüm Roma dönemi boyunca imparatorluğun iki büyük kenti İstanbul ve Roma’yı birbirine bağlayan yol üzerindeki mükemmel konumu sayesinde zenginleşiyor. Otoyoldan ayrılıp kente girdiğinizde büyük bir tarihten gelen bu soyluluğu adeta kentin havasından kokluyorsunuz.

Lüleburgaz’ın tam merkezi bir 16. yüzyıl yapısı olan Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi'nin de bulunduğu yer. Külliye deyip geçmeyin öyle; burası tahminen Trakya’nın en önemli yapı grubu ve aynen 16. yüzyıl klasik Osmanlı külliye mimarisi geleneğinde görüldüğü gibi imaret, kervansaray, ilkokul, çeşme, çok güzel bir arasta, yani çarşıyı barındırıyor. Aslında benim söz konusu külliyenin adını duymam bundan 5 yıl önce İstanbul’da, Tophane’de açılmış bir sergiye dayanmakta. Serginin adı "Mimar Sinan istanbul’da Palladio’yu ağırlıyor" idi. Mimar Sinan’ın hayatındaki bu önemli kişi ve onun bizim büyük mimarımız ile olan ilişkisi hakkında yazacağım yazıyı başka bir zamana bırakarak o sergide ilk kez Mimar Sinan’ın bu eseri ile çağdaşı ünlü Rönesans mimarı Andrea Palladio’nun Venedik’te inşa etmiş olduğu yapıların bazılarının benzerliğine dikkat çekildiğini hatırlatmak isterim. Nereden nereye? İtalyan rönesansından Lüleburgaz’a etkileşim.

Şehirde meydanlar oldukça büyük bir önem taşıyor
Osmanlı bizim tersimize kentlerde meydan açmayı, insanların huzur bulacağı meydan ve parklar oluşturmayı pek önemsemiş. Ne dersiniz, yoksa başkalarının torunları mıyız da kendimizi Osmanlı torunu diye kandırıyoruz? Caminin önündeki meydan, bu pazar sabahında oldukça sakin, kıraathanelerde keyif kahvelerini yudumlayanlarla dolu yalnızca. Meydanda kanımca yalnızca Türk milletinin özelliği olan tanımadığı insana uzun uzun bakma geleneğinin bir parçası olan bakışlar altında bir tur attıktan sonra biz de sabah kahvemizi yudumlamak üzere bir köşeye oturuyoruz. Artık öğle vakti yaklaşmış, karnımız da biraz acıkmış, meydanda bulunan iki seyyar kokoreççiyi görünce Beyoğlu çocuğu olmamızın da etkisiyle Lüleburgaz kokoreci nasıl ola ki diyerek bir çeyrek ekmek arası götürüyoruz. Bu altlık tabii, hemen gözümüzü ünlü bir yemek yazarı üstadımızın da daha önce bir gazetede önerdiği köfteciye dikiyor, gidip oturuyoruz. Basit, temiz, küçücük bir mekan burası. Adı, Dostlar Köftecisi. Sahibi sonradan mühendis olduğunu öğrendiğimiz akça pakça efendi bir bey. Lüleburgazlı olan Galatasaray Lisesi’ndeki sıra arkadaşımın kapı komşusu ve çocukluk arkadaşı olması kendisine olan sempatimizi artırıyor.

Geleneksel ürünlerimiz yok olmanın eşiğinde


Masamıza biraz çok pişmiş olsa da hatta hafif koyun eti koksa da son derece keyifle mideye indirdiğimiz köfteler geliyor, yanında da enfes bir yoğurt. Hatta İstanbul’dan arabayla çıkarken yol arkadaşıma Silivri’nin yoğurdunun en azından bizim küçüklüğümüzde ünlü olduğundan söz etmiştim, o da bana "Uydurma, o Silivri’nin değil Silifke’nin yoğurdu" demişti. Lüleburgaz’da bu konuyu köfteci kardeşimize doğrulatıyor ve arkadaşımı cahillikle eleştiriyorum. Köfteci dostumuz yoğurt geleneğinin artık Silivri’den batıya doğru, Kırklareli’ye kaydığını ekliyor. Yakında da herhalde Türkiye’den çıkar gider, böylece bir gelenekten daha kurtulmuş olur, rahat ederiz. Nasılsa umurumuzda değil! Bütün geleneksel ürünlerimiz yok olma yolunda hızla ilerliyor. Hem böylece gerek 20 yıldan fazla süredir "Yaourt Bulgare", yani Bulgar Yoğurdu diye kafamı şişiren ve sabırla "Non, Yaourt Turc", yani "Hayır, Türk Yoğurdu" diye yanıtladığım Fransız dostlarımız haklı çıkar hem de Amerikan televizyonunda yaptığı programlarında "Greek Yoghourt" diye reklam yapan, babası Kapadokya’nin eski başkenti Kayseri’den göçmüş olması nedeniyle kısmi hemşerim olan ünlü Türk doktorumuza daha az sinirleniriz. Fena mı?

Köfteci dostumuzla yaptığımız sohbette ona kentin mutfak geleneği ve zenginliğini sorduğumuzda, büyük ölçüde köftenin ve Edirne’den de tanıdığımız ciğer ve ciğer dolması gibi yemeklerin var olduğunu öğreniyoruz. Sıra tatlıya geldiğinde "Hayrabolu" geliyor. Trakyalı dostlarımızın deyimiyle "Ayrabolu be!"

Hayrabolu tatlısı, bizim Kemalpaşa diye tanıdığımız tatlının daha büyük ve daha lezzetli olanı. Umarız akıbeti, kalitesini büyük ölçüde yitirmiş Kemalpaşa gibi olmaz. Türkiye’de yemek sonrasının olmazsa olmazı çayımızı içip mekandan ve Lüleburgaz’dan ayrılıyoruz.

Eceabat'ta satır et ve ciğer dolması nefis


Buralara kadar gelmişken bir Çanakkale Boğazı havası almadan olmaz diyor, Gelibolu yarımadasının en ucuna, Eceabat’a kadar uzanalım diyoruz. Hava karardıktan sonra Eceabat yakınlarındaki Kum Hotel’e varıyoruz. Burası tam da bizim çocukluğumuzdaki deniz kenarı aile otellerine benzeyen bir yer. Mütevazı ama son derece düzgün bir yer. Bilmeyenlere gelecek yaz için kesinlikle önerilir. Dönüş yolunda Keşan'dan geçerken bu kez bir başka yemek yazarının notlarına gözümüz takılıyor ve tam İstanbul yoluna girmişken ters yöndeki Çamlıbel Restaurant için üç kilometre kadar ileriden geri dönüş yapıyoruz. İyi ki de yapıyoruz. Köfteler, satır et, ciğer dolması enfes. Dönüşümüz için nefis bir son tat oluyor. Aklımız ve gastronomik zekamız da Trakya’da kalarak kocaman kentimize dönüyoruz.


 
POPÜLER GALERİLER
gelinlik modelleri pudra
mac mbfwi pioneering designersi 10
lenzing ecovero mehtap elaidi mbfwi 01
korean beauty kore guzellik sirlari
new york fashion week 26
paris fashion week pudra 12
mac mbfwi pioneering designersi 10
oleg cassini collection 2117 2
EN YENİLER